Ahmet Gündoğdu

Ahmet Gündoğdu

Pazarlık edilemez değerlerimiz vardır

 

Üstat Sezai Karakoç, yıllar önce, “O çocuğu bekliyoruz./Dünyayı değiştirecek, yenileyecek, meşhur kelimemizle söyleyelim, diriltecek çocuğu./O çocuğu ki, reklâm ve propaganda edilenleri değil, edilmeyenleri bilsin./Kendine verileni aşan bir çocuk olsun o çocuk./Verilmeyeni alabilen bir çocuk. Gizliyi, sır olanı kurcalayan, tarihin şifrelerini çözen bir genç./Derleyişleri dağıtan, dağılmışları derleyen bir genç adam./Kayıpların, kaybolanların ürperttiği bir ruh./Tayfları, gölgeleri heceleyen bir espri./Kabuk bilgilerin sağnağı altında ıslanmayan anlayış ve kavrayış kişiliği” diyordu.
 

 

2011 yılını geride bıraktığımız şu günlerde, durum değerlendirmesi için seçilebilecek en iyi anlatımlarından birini, bu davanın öncü isimlerinden, ilham verenlerinden olan Üstat Sezai Karakoç’tan seçtik. Bugün hayatın her alanında, Üstat’ın özlemini çektiği, o çocuğun delikanlı hali var. Tarih bir kere daha tekerrür ediyor. Biliyoruz ki, etkin önderler yetiştirebilen toplumlar, onlar üzerinden “ortak bilinç” geliştirip, bunları güçlü, somut amaçlara dönüştürerek bulundukları toplumlarda etkili olabilmiştir. Biz, Eğitim-Bir-Sen olarak, çığır açmış pek çok öncü isimden yola çıkarak geliştirdiğimiz bilincin, bir örgüt üzerinden somut hedeflere yönelmesinin bütün aşamalarını yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Şimdi ortak bir irade ile hem kendi haklarımız için hem de ayrı bir gelecek düşünemeyeceğimiz toplum için etkin mücadele içindeyiz. Çünkü tanıklık ettiğimiz olaylar, bunların tarihsel kökleri bizim için yeterince zorlayıcı gerçekleri içinde barındırıyor.
 

 

Bilim adamlarına göre, insanların büyük çoğunluğu davranışlarına yön veren nedenleri sorgulamazlar, örtüktür; yediği şeyleri sindirişi gibi akıl yürütürler. Bir davranışın arkasında saklı olan düşünce sırasını izlemek, dolaşmış bir çile ipi oluşturan az sayıdaki ipliği bulup çıkarmak; soyut ilkeleri somut uygulamalardan ayırmak epeyce donanımlı insanların işidir. Bu durum, hem reklâmların hem de politik propagandanın işini hep kolaylaştırmıştır. Yıllarca oligarşik bürokrasinin duyguları hedef alan, her şeyi siyah-beyaz, iyi-kötü etiketlemesine maruz kalan bir toplumuz. Çünkü propaganda, gereksinime bağlı bir duyguyu ortaya çıkarmak için başvurulan bir yöntemdir. Bu ülkede propaganda, ötekileştirme, öfke ve linç kültürü üzerinden yürütülmüş; yalanların üzeri de kimi zaman vatan-millet, kimi zaman şehitlik-bayrak, kimi zaman sosyal demokrasi gibi kavramlarla örtülmüştür. Kendi egemenliklerini tesis etmekle uğraşan oligarşik yapılar, insanların bilgi edinme, öğrenme kanallarını ele geçirerek ideolojik söylemlerini/propagandalarını her defasında yeniden oluşturmak için çok rahat imkân bulmuştur.
 

 

En başta, bütün insani değerleri kendi ideolojisine göre düzenleyen sivil-asker oligarşik bürokrasinin egemenliğiyle ilgili belgeler, analizler ortaya çıktıkça, olayların üzerindeki sis perdesi dağıldıkça, bu sınıfın izlediği stratejileri daha açık bir şekilde görebildik. Prusya’dan devşirilen “Kendine özgü aklı ve mantığı olan bir kurum olarak kutsal devlet, devletin başlıca dayanağı olan ordu,  bu anlayışa bağlı asker-millet, devleti çekip çevirmesi için tasarlanan sivil bürokrasi; zorunlu hale getirilen, köylü gençler için şeref kaynağına dönüştürülmüş askerlik; yine bu gençler için, başka türlü görmeleri mümkün olmayan kentlere taşınarak cazibe merkezi haline getirilmiş kışlalar”; en önemlisi de, ilköğretimden üniversiteye militarizme hizmet eden eğitim sistemi… Doğal olarak böylesi yapay bir kutsallıkla ve darbelerle toplumun iradesi tutsaklaştırılırken, sivil toplumdan, hak arama bilincinden söz etmek kolay olmamıştır. Artık, “Davutoğlu Denklemi” olarak literatüre girebilecek formülde “tarih, coğrafya, nüfus, kültür gibi sabit verilerle, ekonomik, teknolojik ve askeri kapasitenin dâhil olduğu potansiyel verilere sahipken, stratejik zihniyet-stratejik planlamayı elinde bulunduran oligarjik bürokrasi, siyasi iradeyi çoğu zaman işlevsiz kılacak MGK, YÖK, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar ihdas ederek; kendi eliyle kurdurduğu sözde sivil toplum örgütleri ve sendikalarla, yaptıklarına kamuoyu önünde meşruluk kazandırma yolları da bulmuştur.
 

İşte, Eğitim-Bir-Sen, bu çok yönlü ve çok katmanlı kuşatılmış alanda sendikacılığa başladı. 2002 yılında üye sayımız 18 bin 28 iken, Türk Eğitim-Sen’in 125 bin 863, Eğitim-Sen’in 149 bin 383’tü.  Neden orantısız bir üye dağılımı vardı? Çünkü biri, kurucu ideoloji olarak iş gören, “milliyetçiliği” benimsemiş bir devlet yönetiminin her yaptığını onaylamış; bir diğeri, klasik sol ve Marksizm’in tepeden inmeci, devletçi yaklaşımını benimsediği için birlikte hareket edebilmişler, birbirini besleyen eylem biçimlerini de her zaman bulmuşlardır. Biz,  bugün 200 bin üye ile Türkiye’nin en büyük sendikasıyız. Bu noktaya, hem bürokratik oligarşiyle hem de bu zihniyetlerle mücadele ederek geldik. Üstelik etnik ve devletçi faşizmle işbirliğine girmeden, kendi medeniyet değerlerimizden ve insanlığın ortak birikiminden yararlanarak, bir sendikal gelenek oluşturma yolunda büyük adımlar atıyoruz.
 

 

Yeni dönemde, hem Türkiye siyaseti hem de dünya siyaseti, hangi değerlerin korunması, hangilerinin çözülüp dağılması gerektiğine karar verecek. Biz bu dönemde, darbe ürünü bütün kurum ve kuralların, başta anayasa olmak üzere, hayatımızdan çıkarılmasını istiyoruz. 12 Eylül dâhil, darbeye iştirak etmiş herkesin yargılanmasını, rütbelerinin, imtiyazlarının ellerinden alınmasını istiyoruz. Binlerce insanın ölümüne, işkence çekmesine sebep olmuş insanların cumhurbaşkanı, orgeneral ya da başka bir unvanla bu ülkenin yoksul insanlarının vergileriyle keyif sürmesine izin vermeyeceğiz. Hiçbir vatandaşımız, kendi varlığını tehdit olarak, iç düşman olarak tanımlama cüreti gösterenlere yakınlık duymamalıdır.
 

 

Bu arada hükümete, temsilcilerine doğrudan veya dolaylı olarak yaptığımız yoğun eleştirileri burada da zikretmeliyim. 12 Eylül’de yapılan referandumla anayasal bir hak olarak tescil edilen Toplu Sözleşme ile ilgili yasanın, üzerinden 16 ay geçmesine rağmen hala çıkarılamamış olmasının makul bir izahı yok. 24. dönem milletvekilli genel seçimleri, yaz tatili, hükümetin kurulma çalışması, son iki buçuk ayda da bakanlar arasında uzlaşma sağlanamamış olması da mazeret olamaz. Şike yasasının bir ayda iki defa, milletvekillerinin emekli maaşlarıyla ilgili yasanın da kısa bir sürede Meclis’ten geçtiğini düşündüğümüzde, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Konunun önemini, aciliyetini, sendikaların var olma gerekçelerini tehdit eden bu tutumun yanlışlığını her zeminde anlatmaya devam edeceğiz.
 

 

Ek ödemelerden faydalandırılmayan öğretmenlerin ve öğretim elemanlarının, ‘eşit işe eşit ücret’ düzenlemesinde, muadili olmadığı gerekçesiyle kapsam dışı bırakılması kabul edilemez bir yaklaşımdır. Bu konu, toplu sözleşme masasının birinci gündemini oluşturacak ve bizim için olmazsa olmazlardan biridir. Memurların maaş artışları toplu sözleşme masasında belirlenecek ve uzlaşı olmazsa Kamu Görevlileri Hakem Kurulu tarafından belirlenecek oran kabul edilecektir. Bakanlar Kurulu’nun yeni anayasaya göre memur maaşlarını belirleme yetkisi yoktur. Sendikaları işlevsizleştirecek tutumları doğru bulmadığımızı buradan bir kez daha belirtiyorum. Geç olsun güç olmasın diyoruz, masadan istediğimizi almış olarak kalkacağımıza inanıyoruz. Bu gerçekleşmezse, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na taleplerimizi gerekçeleriyle birlikte taşıyacağız. Buradan da istediğimizi alamazsak, bunu, alanlara açık bir davetiye olarak yorumlayacağız. Ve bu durumun bize yüklediği eylem sorumluluğunu yerine getireceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın.
 

 

Uzun vadede bize düşen görev, etrafımızda olup bitenleri gerçek nedenleriyle görmek ve bunun gerektirdiği şekilde davranarak yolumuza devam etmek olacaktır. Çünkü bir şeyin esasını gerçekçi bir şekilde anlayamamak insanı çaresiz bırakır. Bu çaresizliktir ki,  insanı çaresizce saldırmaya iter ya da olup biten yıkımların izleyicisi durumunda bırakır. Bu yasadan hareketle, Batı’yı Batı yapan ne makine ne gemi ne de matbaadır. Makineyi, gemiyi, matbaayı, demokrasiyi, bilimi, sanatı vb. ihtiyaç haline getiren toplum yapısıdır, siyasî yapıdır. Bütün gelişmelerde, toplumun ihtiyacı, talebi, zorlaması en önemli etkendir, bazı akıllı liderlerin ittirmesiyle değil. Çünkü sözü edilen alanlardaki sürekliliği, gelişmeyi ihtiyaç haline getiren toplum yapısı, siyasi yapı, hukuk ortamı ve piyasayı kök nedenler olarak görmemiz gerekir. Yani, “niçinleri”  bilmeden, “nasılları” kopyalamak aynı sonuçları vermemektedir.
 

Bir kez daha yinelemek gerekirse, en başta sendikal mücadele, sivil ve örgütlü toplum, demokrasi, özgürlük, adalet, insan haklarına saygı gibi değerlerin toplum için pazarlık edilemez sürekli ihtiyaçlar haline gelmesine öncülük etmeliyiz. Bunu da medeniyet kaynaklarımızdan, tarihsel tecrübemizden yararlanarak, yaşadığımız dönemin gerçeklerine duyarlı bir anlayışla gerçekleştirmeliyiz.  

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum